Arkadaşlar, koronavirüs döneminde, özellikle İtalya ve Dev Dağlar’da yazdığım ‘O Kolle Tiktakörümcek’ adlı şiir derlemesinden birkaç çevrilmiş şiir. Bu şiirler rasgele seçildi - tüm derlemeyi okumak isteyenler, bana mesaj atsın, size gönderirim. Aşağıda ayrıca Cahit Dumanlı’nın derlemeye yazdığı önsöz de var. Türk yayınevlerinin ilgisini çekip çekmeyeceğini araştırıyorum.
Yuhuu, mücevherler yosunun içinde!
Yuhuu, mücevherler solucanların yerinde!
Ayın eski hatırası, köklerin çiy fırtınası estirdiği yerde
hodan altında sertçe süzülüyorlar.
Yuhuu, yakut geri döndü!
Safir, ametist ve opaller!
Binlerce siyah saten damat gözüyle cezbediyor
damat huş ağaçları, parıldayan tanelere göz kırparken,
göz kırpmaları topluyor
çizme hikâyeleri ormandan, yuhuu
yosunların arasında mücevherler! Yuhuu, şaka değil bu!
Ve elmas eteğinde rüzgâr tempo tutuyor
kırık sandalye halkasının içinde.
Tak! Tak! Elmas eteğinde.
Huysuz hikâye, hüzünlü masal
Süzülmek ve düşünmek, düşünmek ve süzülmek!
Şapkasında süzülen kurbağa,
iğneli denizlerin üstünde,
ve sonra toprak dalgalanmaya başladığında
dev bir kurbağa ayı öper ağaçların tepelerini,
kahverengi şekerden bir ay, siğillerle dolu,
krater dolusu bir kükreyen.
Rübezahl uyandı,
çok ağaç tarafından gıdıklanan
dev burnu yüzünden,
hapşırdı ve her şeyi devirdi,
kurbağa deli gibi sallandı havada
her şey yeniden huzur bulana dek.
Gözlerini kırpıştırdı ve dedi ki:
Dalıçal! Dalıçal!
Kim oynar dünya’yla balıçal?
Köstebek battaniyesini almış,
Yengeç kabuğunda yavaş yavaş kalmış.
Dalıçal! Dalıçal!
Kuşlar, Volkanlar
Siklop duvarlarının çatlaklarından,
marangoz arıları döner
ölü bambuya –
bir reçine uğultusuyla.
Sanki kükürtten dökülmüş kuşlar,
boom boom –
gizli kodlarla ötüşürler
kağıt-melodi, un-melodi
dev bir toz güneşi altında.
Gece lavı tüm nabızları taşlaştırdığında
bazalt yapraklı rüyalarda
bir bülbül başlar ötüşe
huysuz meşe kuvarsında.
Ateşten bir yumurta.
Ey beyazlıkta yükselen lav tahtı,
ver bize kutsal daggabrot’u!
Zen’imizi yeniden yaz
kırlangıç kaligrafisinde!
Mutlu çekirdekler kanımıza karışsın!
İnsanlar uykuda ne yaptıklarını unutur.
Her gece taşa dönerler.
Öfkesiz katılaşırlar.
Rüyalar yatakta gonglar.
Doğum Muhafızı
Sessizlik beni yurtsuz bıraktı.
Ama Elba’da, Zerynthia Cassandra bekler
guarda nascita’sını –
yuvarlak doğum bekçisini,
takma adı: “Hollandalının Piposu” –
deniz köpüğünden pipolara bir gönderme,
bir zamanlar ölü kemikleriyle
cilalanan güzellik.
Düşün:
Yıllarca süren savaşın ardından,
küçük bir yaratık uyuyor burada,
küçük pipolarla çevrili,
yalnızca İtalya’da yaşayan
görkemli Zerynthia’nın kanatları altında.
Ve doğum muhafızı, bir münzevi figür,
yağ lambasıyla sessizce geçiyor.
Kara Büyü
Birkaç suratsız yaşlı adam, on yedinci yüzyılda,
‘oksijen’ dedikleri şeye bu adı vermeliyiz diye düşündü;
çünkü bu şeyin yakacağını varsaydılar
(düşünceye dilek sebep olur),
ama madde o kadar güçlüydü ki
asla doğru olmayan bu kelime bile
görünmez bir yük kazanarak
şimdi ferah bir seslenim haline geldi.
Ve ya polen olsaydı? İlk madde?
Bunu düşünmek artık zor.
İşte bu kadar güçlü kara büyü.
Eleme Dansı! Dans edebiliriz!
Büyük Sırlı Lif İmparatoru,
sanki çocukluk yine yapışıyormuş gibi –
özgür ve mutlu orman uyanıyor, araştırarak
tarçın ağaçlarının arasında.
Ellere bak: dans edebiliriz, dans edebiliriz,
kızıl nuga, beyaz adımlar,
eğer arkadaşların dans etmiyorsa
onlar artık arkadaş değildir –
dünyadan çıkmışız gibi yapıyoruz,
ağaçtan ağaca dans ederek
arkadaşlarını insanların sisinde bırakıp
yeniden ellere bakıyoruz: dans ediyoruz!
Eleme Dansı! Dans edebiliriz!
Herkes, ellerine bak!
Bunlar taçlar, inebiliriz!
Mimik dersinden çaktık!
Eleme Dansı! Dans edebiliriz!
Zom zom. Kapı vuruşu.
Bunlar taçlar, inebiliriz!
Mimik dersinden çaktık!
*
Önsöz
Bu sayfaları ilk çevirdiğimde, Hollandalı şair Martijn Benders’ın sesi, sanki Kapadokya’nın yeraltı sarnıçlarından yükselip Ayasofya’nın kubbesine çarpan bir ezgi gibi içimde çınladı. Şiir değil de canlı bir mahlûk okuduğumu hemen anladım: kendi solunumu, kendi ışığı ve karanlığı var.
Benders gökyüzünü bile yeniden kurar. Şöyle diyor:
“Güneşin bir boynu olsaydı,
boyun eğmez gezegenler paramparça olurdu.”
Bu iki dizede hem kozmik bir masalın hem de çocuksu bir hayretin gücü gizli. Bizim destanlarımızdaki “boynu bükük dünya” imgesini ters yüz ederek evreni coşkuyla kırpıp biçiyor.
Şair, taşraya sıkışmış bir neşeyi de çıkarıp önümüze koyuyor. “Yuhuu, mücevherler yosunda!” diye haykırıyor; yosunlu bir dereyi bir anda Topkapı Sarayı’nın hazine odasına çeviriyor. Dil onun elinde pırıl pırıl bir oyuncak—kelimeleri savurdukça yeni bir çocukluk icat ediyor.
Ama bu coşkunun gölgesinde ürperen bir yalnızlık da var:
“Hayatım boyunca çok yalnızdım.
Birkaç gündür ölüyüm.”
Benders, hüznün ve groteskin birbirine yaslandığı o dar eşiği bulup bizleri oraya davet ediyor. Türk şiirinin "hüzün"le kurduğu kadim akrabalığı evrensel bir sızıya dönüştürüyor.
Kitabın kahramanları—Maria-Napoleon, minik domuz Duwo, sekiz başlı krallar, rüya mantarları—Anadolu masallarındaki devlerin ve cinlerin kuzenleri gibi. Maria-Napoleon’un uykudan uyanıp “Ey müziğin öncüsü! … Sepetim dolusu amber mantarla!” diye seslenişine kulak verin; bu çağrı sanki Ege’de bir zeytin ağacının altından yükseliyor.
Ve dilin tam orta yerinde bir şenlik başlıyor:
“Eleme dansı! Dans edebiliriz!
Herkes, ellerine bak!”
Bu “eleme dansı”, anonim bir halk oyununu andırıyor; adımlarımızı sayfalara değil, kelimeler arası boşluğa bastırıyor. Benders’in şiiri, kendi köklerinden kopmadan dünyayı dolaşan bir halay gibi—ritmini duyunca ister istemez katılıyorsunuz.
Kısacası, O Kolle Tiktakörümcek’te sizi bekleyen şey ne yalnızca fantastik bir imge şovu ne de soyut bir deney. Bu kitap, pamuktan yapılmış bir düş değil; cambaz ipi kadar gergin bir gerçeklik. Şiir burada yüksekle alçağı, sofistike ile çocuksuyu aynı nefeste taşıyor. Tıpkı İstanbul’un minareleriyle martı çığlıklarının aynı göğü paylaşması gibi.
Sayfayı her çevirdiğinizde kulak kabartın: belki yosunların arasından bir mücevher pırıltısı, belki de kederli bir fısıltı duyarsınız. Bu sesler, Martijn Benders’in “dil-öncesi ışığı” yakalama çabasından doğan yankılardır. Onları dinleyin; çünkü bu kitap, şiirin Türkçede yeni kapılar açabileceğini hatırlatan cömert bir armağandır.
— Cahit Dumanlı